Çarşamba, Haziran 30

Trabzonspor Reloaded!

Trabzonspor yeni sezona başlıyor.. Hoca geçen sezondan kalma, bu iyiye işaret. Üstelik Hoca Trabzon'un karşı koyamayacağı bir adam olan Şenol Güneş, bu da iyiye işaret. Kadroda her yıl tekrarlanan "yeniden yapılanıyoruz" saçmalığı yok, e bu da iyiye işaret. Kaptanlığa sevimli ama sorunlu Yattara getirilmiş, bir iyi işaret daha.. Trabzonspor sonunda bir şeyler yapacak galiba. Tamam belli aralıklarla yapıyordu da, bu kez tesadüfen değil, bilinçli olarak bir şeyler yapacak gibi duruyor. Göreceğiz.

Oyuncuların forma numaraları belirlenmiş, o konuya değinmek istiyorum aslında, Trabzon güzellemesi yapmak 25 yıldır hep fiyaskoyla sonuçlanan bir uğraş nitekim kısa kesmekte fayda var.
Evet forma numaraları. Bu takımda niyeyse oyuncuların numara tercihlerini bir türlü yakıştıramadım kendilerine, hep bir sorun var. 9 Fatih Tekke ve 61 Gökdeniz'den sonra bozuldu belki de bilmiyorum, ya da 10 numarayı Umut Bulut aldı ve futbolun seyri değişti..

Trabzonspor 2010-2011 forma numaraları, oyuncu adı, kendimce forma numarası gerekçesi;
3 Hrvoje Cale, (mevki)
4 Arkadıusz Glowackı, (mevki)
5 Engin Baytar, (Zidane)
6 Ceyhun Gülselam, (Roy Keane)
7 Murat Tosun, (Raul)
8 Selçuk İnan, (Gerrard)
9 Teofılo Gutierrez, (mevki)
10 Umut Bulut, (özenti)
11 Barış Memiş, (61 olmadı, bu olsun)
16 Egemen Korkmaz, (Bursa plakası)
17 Burak Yılmaz, (Ruud van Nistelrooy)
18 Tayfun Cora, (no comment)
20 Gustavo Colman, (10 doluysa 20 alınır)
21 Barış Ataş, (Diyarbakır plakası)
22 Mustafa Yumlu, (yaş*)
23 Giray Kaçar, (MJ?)
25 Alanzinho, (no comment)
26 Sezer Badur, (no comment)
29 Tolga Zengin, (no comment)
30 Serkan Balcı, (10-20 doluydu, 30'u aldı yıllar önce)
33 Drago Gabric, (no comment)
35 Onur Recep Kıvrak, (İzmir plakası)
45 Yakup Bugun, (Manisa plakası)
61 İbrahima Yattara, (sempatik Trabzonspor plakası)
66 Ferhat Öztorun, (Yozgat plakası)
91 Bora Sevim (no comment)

*gerekçelerde 3-5 oyuncu dışında çuvalladığımın ben de farkındayım, iyisi mi bilenler bana bildiklerini söylesinler..

Cuma, Haziran 25

Requiem for a Mag!

2006'nın ilk günlerinde medya dünyasından bir grup adam geldi ofise, paylaşacakları önemli bir konu vardı ve toplantımızın tek gündemi de buydu; önemli konu.. Yeni bir oluşum, değişim, farklılık üzerine bir şeyleri de bu önemli konunun alt başlıkları olarak sunacaklar, reklamveren tarafının ilgisine nail olup işbirliğine imza atacaklardı herhalde, yani genelde böyle işlerdi sistem. Ağır durmamız gereken bir toplantıydı velhasıl.. Ancak öyle olmadı, daha ilk dakikalarda ağzından baklayı çıkarıverdi karşıdaki adam.. "Four Four Two'yu Türkiye'ye getiriyoruz!"

Azıcık soluk alsaydık, kendimize gelseydik, soğukkanlılığımızı korusaydık da önceden kafamızda planladığımız sistem üzerine sergileseydik davranışlarımızı be adam. Yok hayır, oralı değildi kendileri, direk kafadan vurdu beni..

Ve işte benim için öyle başladı heyecan.. 2006 Nisan ayıydı ilk sayı.. Bir anlamda çıkmaya başladığımız dönem. Tanışma ve flört kısmı yukarıda da bahsettiğim gibi, biraz daha geriye dayanıyor, ilk görüşte çarpılma kısmı da cabası..

Sektör üzerine az çok bilgi sahibi olmanın avantajı ile ilgili ayın başını beklemeden, bir önceki ayın sonunda alırdım hep dergiyi.. Okurdum da okurdum, atladığım yerler var mıdır acaba diye de çok düşünüp tekrar başa sararak okurdum kimi yerleri... Böyle geçti işte zaman... Four Four Two Türkiye'de yayın hayatına başladıktan sonra 3 kez ev değiştirdim ben. Her taşınma esnasında bir miktar dergiye veda ettim. En çok koyan Radikal Futbol ekleriydi gerçi, gözüm gibi bakıp biriktirdiğim, koleksiyonumun önemli parçalarıydı onlar.. Daha bir çok yayın, dergi, broşür vs.. Taşınırken taşınamadılar benimle birlikte.. Bir tek Four Four Two.. Terketmedim onları, onlar da beni terketmediler sağolsunlar.. Büyüdükçe büyüdüler, her sayıdan 2'şer tane oldular da yetmediler, kimi sayılarda 3'e çıktılar..

Yayın ekibi değiştiğinde biraz darılmıştım, Banu Yelkovan ve tayfasına bağlanmıştık nitekim. Radikal Futbol'un damakta kalan tadından izler sunan adamlardı her biri, hatta bazıları bizzat o tadı sunanlardı.. Yeni ekiple önceleri tartıştım biraz, bulundukları dergi grubunda farklı departmanlardan kaynaklanan sorunlar nedeniyle yaşadığım bir mağduriyet vardı.. Sevgi büyükse tepki de büyük olacaktı ya, bastım yaygarayı. "Değiştin sen, ilişkimiz de değişti" kalıbının ortasına oturttum yaşananları.. Sonra baktım ki ilişkiyi kurtarmak için karşı taraf benden daha fazla çaba gösteriyor, kayıtsız kalmak olmazdı, e zaten benim yaptığım da nazdı canım. Güzel güzel konuşup anlaştık, ikinci bahara da böyle başladık..

Şu anektodu da aktarayım dur hele; Derginin piyasaya çıkış tarihi malum ya hani, yukarıda da söyledim, ayın son günleri. 2008 Avrupa Şampiyonası'nın sonuna denk gelecek sayı için bayiyle her sabah muhatap olmaya başladım, ay bitti, dergi hala gelmedi, herhalde Türkiye turnuvayı bitirdikten sonra baskıya girecekler diye düşündüm, meğer planları farklıymış, finali de yazıp çıkarmışlar dergiyi.. Ayın 3. veya 4. günüydü sanırım, kavuştum kendisine. Karşılıklı konuştuk biraz, beni nasıl heyecanlandırdığını söyledim, sevindi..
...
Zaman geçti işte, geldik bugünlere.. Durduk yere bir dedikodu çıkardılar.. Dergi kapanıyormuş.. Yapmayın bunu.. Orijinalini almasını ben de biliyorum ama yapmayın.. Terketmeyin.. Üzmeyn sizi sevenleri.. Futbolu sizinle daha bir sevenleri...

Cuma, Nisan 23

Zordur ötekilik İstanbul'un liginde..

30. haftadan sonra anlamını yitiren bir ligle daha karşınızdayız değerli futbolseverler. Diyeceksiniz ki 30. haftadan önce ne kadar anlamlıydı ki? Evet, siz de haklısınız. Daha yolun başında takım sayısını 17'ye düşüren bir sistem içinde savrulup durduk bu sezon. Diyarbakırspor'u düşürme/kaldırma karmaşalarının ardından tam 'tamam oldu gibi, en azından kalan haftalarda sorun yaşamayacağız' diyorduk ki, Bursaspor gerçeği geldi çarptı yüzümüze. Aslında bu çarpan Bursaspor'un özelinde, İstanbul-dışı olarak nitelenebilecek diğerlerinin genelinde bir tepkiydi. Ötekine duyulan sempatinin, ötekinin de kazanabildiği dünyaya olan özlemin dışa vurumuydu..

Evet, Bursaspor ligimizin lideri. Kadrosu dengeli, oyuncuları tecrübeli, taraftarı inanmış, yönetim uyumlu, hoca kaliteli falan falan. Bu güzellemelerin yanında bir de şu gerçek var ama; Bursaspor öteki takımlardan birisi. Bursaspor ötekinin futbol sahasındaki tanımı. Ötekinin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği bir eksende Bursaspor'un yürüyüşünü izliyoruz. O uzaktan başkaldırıyorum dedikçe beri taraftakiler kimin desteğiyle nasıl bir sonuç alabileceği üzerine kafa yoruyorlar. Normalde düşünmenin bile yersiz olduğu konu üzerinde kafa yoruyorlar diyorum, onca insan.

Bursaspor'un şampiyon olabilmesi için Galatasarayîn yatması lazım... Bu önermeye bilmem kaçıncı kez iğrenerek bakıyorum. Acaba söyleyen hangi tarafı aşağılamaya çalışıyor, gerçekten hedefi kim. Çünkü önerme dahilinde geçen öznelerin tamamı ayaklar altına alınıyor..
-Galatasaray gibi bir camiayı maç satacak pozisyona düşürmek?
-Bursaspor'un tüm çabalarını gözardı edip, başkasının yardımına ihtiyaç duyacak yapıda olduğunu vurgulamak?
Hangisi daha alçaltıcı bilmiyorum ancak şunu biliyorum ki bu yargıları ortaya atıp kaçan alçakların boruları ötmeye devam ediyor..

Pazar günü gelecek. Saat 17:00 gibi Kasımpaşa maçı bitecek Fenerbahçe'nin. 13 numaralı Neeskens formamı giyip düşeceğim yollara. Ali Sami Yen'e doğru. Takım tutarak değil, futbolu güzel kılan takımların güzel futbolunu izleme amacıyla yanıp tutuşarak gideceğim. Rijkaard el sallayacak, Ertuğrul Sağlam gülümseyecek, Ivankov'u göreceğim Aykut'la konuşurken. Volkan Şen azmedip giydiği yeşil beyazlı formasını terletirken karşısındaki Caner'in kolunun hala neden sargıda olduğunu düşüneceğim. Celtic tipi formaya bakıp gülümseyeceğim biraz..

Maç bitecek ve ben seke seke evime döneceğim. Yüzümde 'güzel oyun'un zevkine varmış olmanın verdiği huzur olacak!

Pazartesi, Mart 1

Futbolun diyalektiği diyerek kaybolmuş mu oluyorum?

Fanatizm.. Gözlüklerin atlara münhasırıyla şereflenme seremonisi!

Gözlerim karanlık, aidiyeti hissediyorum, basiretimi son kapakla atıyorum içimden, o kaşkol billurdan kişiliği parçalayan kötülüğüm, davranışlarım değme aktörlere taş çıkaracak kadar kötü.. İşte yenmeye giden ben.. Sevmediğim ben, biz..

Milletçe bu sisteme alet olmuş insanları, o insanları sevenleri de sevmeyiz -ki efendilik de bunu gerektirir- berrak ve asil duyguların insanıyız nitekim. Bu yüzdendir ki elimizden geldiğince çevremizdeki problemli kişileri düzeltme yoluna gideriz, kendi gelişimini tamamlamış ve artık paylaşmaya hazır her insanın yaptığı gibi! Yanlışı düzeltme dürtüsü işte, atalardan geliyor olsa gerek, malum kelle koltukta dünyaya meydan okudular sırf döndürmek için..

Özümüzü eleştirme noktasından hareketle, uzaklardan değil de Türkiye profilini her dem hissettiren yakınlardan bir yerlerden yola çıkalım. Bu yer bir Okan Bayülgen vecizesinin biraz daha kalıp değiştirmiş versiyonu olsun. Ortanın azıcık üstünde, en alttan en üste kadar gidebilme potansiyeline sahip komünitelerin bileşkesi herhangi bir sosyal platformun içine girelim. Kaç kişiyiz orada, ne yeriz-ne içeriz, nerelerde gezeriz, ortak özelliklerimiz ne kadar ortak, neden oradayız ve paylaşmak zorundayız, sosyal kaygı güden detaylara girmeden düşünelim sadece. Nitekim sosyal mecraya girdiğimiz günden beri sosyal dürtüerle hareket ediyoruz, ah bir nefes verelim de soluk olsun düğümlerimizde.

Bu soruların bizi nereye vardıracağı bilinmez çünkü, soluksuz çıkarsak yola nereye kadar tahammül edebileceğimiz öngörülmez. Sonuçta platformdaki her karakterin reel dünyada birden fazla yansıması olduğu tahmin edilebilir birşey ancak bu karakterlerin dayanma gücü asıl sorgulanması gereken. Platformu bizim de dahil olduğumuz bir küçük ülke yapıverelim tamam, örnek uzay mıdır nedir hendese ilminden esinlenerek gidelim ona da kabul verelim.

Buradayız... İnsan içinde.. Toplumun gözleri önünde.
Buranın ötesinde başka yerlerde de bizi temsil etmek üzere görevlendirdiğimiz karakterlerimiz mevcut. *Malesef* çokça büyük bir sanallık içinde ve bu gizemli alemin verdiği; cehaletin asalete dönüştürdüğü cesaretle bir şeylerin peşindeyiz. Fark edilmek istiyoruz ve bir şekilde bunu başarmanın yollarını arıyoruz. Bulduğumuzda da dokunmayın keyfimize. Kolay yoldan farkedilme metodları nelerdir diye düşündün mü hiç, yoksa düşünmeden mi karar verdin? Bu cümleciğin içindeki paradoks bile sorularımı yanıtlıyor ama neyse yoksayıyorum, statüsü belirlenememiş insan için farkedilmenin en kısa yolu yeşil çimlerden geçiyor dostum, bulmamız zor olmasa gerek. Er kişilerin dikkatlerini kısa zamanda cezbetmek çocuk oyuncağı kıvamında. Ne gerdan kıvırmalar, ne ters dönüp yer şikayetleri, gerek yok. Buyurunuz er meydanına, size yerimiz her zaman var.

Yazıyoruz, yazıyoruz ve bünyemizi tatmin ediyoruz. Bazen ‘nasıl koyduk’ diye yeri göğü inletiyoruz oyun bittiğinde, hemen bir tetiklenme harekatı gözleniyor tabi yeşil semalarda hem lehte hem aleyhte. Doğal olarak bu gurup pek tasvip edilmiyor duyarlı insanlarımız tarafından! Kimileri objektif bakmaya, ortamı yumuşatmaya çalışıyor, ucunda ölümün olmadığı temaşa sanatı nitekim. Güzel düşünceler, tebrik ederiz o zaman deyip Sezar'ın hakkını teslim etme aktivitesi yani, Neron'la Brütüs'ü konuşan, ateşli bir ihtiras hikayesi ile belirsizliklerle dolu bir arkadan vurma hikayesi, Sezar'ı kim gerçekten andı ki hem?

Neyse... Kimileri ben ilgilenmem deyip köşelerine çekiliyor çağlar üstü bir medeniyetin üyeleri gibi, takdir ediyorum ne yalan söyleyeyim. James Cameron'ın hayal gücünün sınırlarında yaşayan insanlar bunlar olsa gerek diyorum kendi kendime.

Gezegeni yok eden zihniyet de aynı hayal gücünün dahilinde şekillenmişti değil mi? Meşin yuvarlak konulu her zerreciğin ardından kişiyi ''üç direğin arasından geçen topun doğurduklarına bakın hele'' zihniyetiyle ötekilerin aşağıladığı siyah adam muamelesine tabi tutanlar.

İşte şimşeklerimin çaktığı an. Safları sıklaştırın, renklerin kavgasına mola, şimdi zaman renklerin tümünün düşmanlarıyla mücadele zamanıdır. Meydan okumanın açıklaması budur işte, yelkenler fora.

Kontraları görüyorum, sizde renk fanatizmi varsa bizde de anti-fanatizm'in paradoks içeren reddettiğimiz fanatizm kırıntıları var. Savulun…

Taraftar.. Kendini kaybetmiş de olsa, fanatizmin boyutlarını darmadağın edercesine militan gibi takımlarının yanında olmaktan gurur duysa da, iki rengin yan yana gelmesiyle hayatın anlamına vakıf oldum sansa da; bizden birisi be. Sevmek zorunda değiliz onu, nefret etme konusunda da sadece özgür irademizle çatışabiliriz, özgür iradeye de hangi çılgın gem vurabilmiş ki demeyin onu da alt edebiliriz pekala. Ancak bunu yaparken beyaz türk edasına bürünmek de neyin nesi? İşte burası anlayamadığım nokta. Yaş kuru demeden topun ensesindeki herkesi töhmet altında bırakmak hangi mantığın ilkesi? Futbol sevgisini insanlığın standartize edilmiş ve tabana yayılmış çılgınlığıyla aynı kefeye koyma gafleti hangi sistemin doğrusu?

Fanatiklere gülüyorum ve onları düzeltmek adına anti-fanatizmin fanatiği oluyorum. Belli bir kitleye hitap eden her oluşumdan bağnaz bir koku alıyorum ve sözlerimi söylüyorum cesurca. Aferin bana..

Son söz her zaman gerçeğin sözüdür ve ben gerçeğim!

İki uç nokta arasında gidip gelen ve gerçekliğini ısrarla öne çıkaran bir gerçek! Abartı diyenler vardır muhakkak, kime göre neye göre klişesinden hareketle saplandığı bataklıktan çamurlu ayarlara girişenler de olacaktır. Durumun çarpıklığı aşikar ne de olsa. Kim haksız peki onu söyleyebiliyor musun bana?

Aynaya mı? Bir ara bakarız, acelesi olmasın. Ve rica ediyorum, birisi beni çekip kurtarsın, vicdanım, sağduyum, ellerim, dikenli teller, en ağır küfürlerim, sevgilerim, içtiklerim? Ben kayboldum!

Perşembe, Şubat 18

Beni de bu güzel oyun mahvetti!

...Tahminime göre yaşım 9 civarı, dayım ve onun büyük arkadaşlarıyla ''maç yapma'' şerefine ulaşmışım. O malum depremden sonra pek de yüzüne bakma isteğimin kalmadığı Gölcük'ün Piyalepaşa Okulu'nun bahçesi. Büyüklerle oynuyoruz velhasıl, okul bahçesindeki statüm açısından büyük bir adım, var mı ötesi...

Bir pozisyonda topa enteresan bir topuk hareketi ile yön veriyorum ve hemen kafamı sağa sola çevirip havadaki aferinleri yere inmelerine fırsat vermeden kapıyorum. Nasıl bir iç huzur, nasıl çocukça bir mutluluk, 9 yaşındaki umarsız çocuk olmaktan sıyrılıp bir anda geleceğe umutla bakan yıldız adayı mertebesine ulaştığım an. Evet, unutamıyorum...

Maçın ilerleyen dakikalarında aynı hareketi tekrar etmeye çalışıyorum, bir kere ''balına'' yaptın, uzatma(!) dedikleri an, benim hayallerimin suya düştüğü an oluyor tabi, bitiyorum..

Aradan 2-3 yıl daha geçiyor, varlık gösteremediği sahada kalabilmek için hep ekstraları oynamak zorunda kalan ideal bir back-up olarak lanse ediyorum kendimi altyapılarda görevli hocalara. Koşarım, koşarım ve koşarım. Orta yapmayı, pozisyon almayı ve verimli pres yapmayı da bana sen öğret, gel seninle bir yıldızın parlamasına şahit olalım hocam anlayışı içerisindeyim. Sağolsunlar yardımcı oluyorlar. Yaş 13 olduğunda modernlikten standartlığa geçiş yapan 4'lü defansın solundaki bek oyuncusu olarak yerimi buluyorum artık.
- Soldan bindir, ver-kaç, içeriye kes, dönen topu kovala, haydi şimdi bir kez daha tekrar edelim!

Bursaspor ve pilot takım Bursa Merinosspor var o zamanlar ikamet ettiğimiz il sınırları içerisinde rüyaları süsleyen. Bursaspor genelde hikayelerin başlangıç noktası, Merinos da gelecekte yazılacak hikayelerin gelişme bölümü için ideal yerleşke konumunda. Bitmeyen hikayeler var bir de tabi, hep bir 'ah' ile anılıp da boğazda düğümlenmiş bir yumruya çarparak tekrar içeriye atılan bitirilememiş hikayeler...

...
Benim hikayem işte bu bitmeyenlerden sadece bir tanesi ve tüm bitmeyen hikaye sahiplerinde olduğu gibi bende de kayda değer bir sebep var; kazandığım liseye gidip adam olmalıydım!..

Tam 11 yıl önce karar verildi ve ben top peşinde koşmak yerine adam(!) olmaya yönlendirilmiş bir insan olarak devam ettim hayatıma. Ve ben 11 yıldır nerede bir meşin yuvarlak görsem, nerede bir yeşil zemine rastlasam iç geçiriyorum ve ne zaman -isterse odamda ayaklı lambalarla yaptığım 2'ye 1'ler esnasında olsun- topu ayağıma alsam tüm o geçmişin intikamını almak istercesine saldırıyorum... Çıkan parmaklar, düşen tırnaklar, parçalanan dizler, zedelenen dokular, kanayan vücut, kırılan kemikler, incinen bilekler... Hepsi de 11 yıllık sendromun dışa vurumu gibi zihnimde yer etmişler. Geçmişin şekillendirdiği 60, 75 veya 90 dakikalık mücadelelerde hayatımı deşifre ediyormuşum işte.

Kaybettiklerimin intikamı bile olsa işin içinde, yaptığım şeyden aldığım zevki onu yapmaktan alıkonabileceğim hissine kapıldığımda anlamlandırabiliyorum ancak. Çocuktum ve galiba büyüyorum. Ve biliyorum ki; bir gün sadece tribünde oturarak müdahil olabileceğim bu güzel oyuna, belki de çocuğumu alkışlayarak. Ama ne olur, şimdi olmasın, kopmasın, kopmayayım, koparılmayayım. Bir şansı daha hak etmiş olmalıyım şimdiye kadar, öyle değil mi? Hep içimdeki çocuğu büyüten bu güzel oyunu büyüdüğümü anladığımda da oynayabilmeliyim öyle değil mi?.. Lütfen...!

Perşembe, Şubat 11

Çizmeyi aşmak!

Johan Neeskens:
Ajax, Barcelona, NY Cosmos, Hollanda Milli Takımı oyuncusu.
Rinus Michels'in birinci nesil öğrencisi.
Hollanda Milli Takımı, Avustralya, Barcelona ve Galatasaray takımları antrenörü.


Frank Rijkaard:
Ajax, Milan, Hollanda Milli Takımı oyuncusu.
Johan Cruyff'un yetiştirdiği jenerasyonun üyesi.
Hollanda Milli Takımı, Rotterdam, Barcelona, Galatasaray takımları teknik direktörü.


Türk basını:
Fotospor, Fanatik, Fotomaç, Posta, Takvim, Güneş, Telegol, etc. etc..

Cuma, Şubat 5

Nedir bu Küçükköy'ün PFDK'dan çektiği?

PFDK rutin olarak haftanın belli günlerinde bir takım kulüplere ceza keser ve bunu tff.org üzerinden yayınlar, kulüp database'lerine mail olarak duyurur. Dün yine klasik toplantılarından birisini gerçekleştirdi PFDK ve toplamda 27 kulübe ceza kesti. Bu kısım da rutin tabi ancak benim özelikle dikkatimi çeken listenin 26. sırasında göğsünü gere gere oturan Küçükköyspor. Maşallah ceza alınabilecek kalemleri bir yere not etmişler de özel olarak bu konuya eğilmişler gibi.

Cezalara kabaca bakınca üst ligden alt lige doğru bir boşvermişlik göze çarpıyor. En alta indiğinizde artık olayların suyu çıkmış oluyor.
Neyse Küçüköy case'inin haber niteliği taşıyan kısımlarını alalım buraya:
KÜÇÜKKÖYSPOR Kulübünün, 31.01.2010 tarihinde oynanan KÜÇÜKKÖYSPOR - GAZİOSMANPAŞASPOR 3. Lig 1. grup futbol müsabakasında
- Taraftarların neden olduğu saha olayları nedeniyle takdiren 2 RESMİ MÜSABAKAYI KENDİ SAHASINDA SEYİRCİSİZ OYNAMA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Taraftarların neden olduğu çirkin ve kötü tezahürat nedeniyle ve bu eylemin aynı sezon içerisinde 3. kez gerçekleştirilmesinden dolayı takdiren 20.000.- TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Stadyumda itfaiye bulundurulmamasından dolayı talimatlara aykırılık nedeniyle takdiren 1.000.- TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Stadyumda özel güvenlik görevlisi bulundurulmamasından dolayı talimatlara aykırılık nedeniyle takdiren 1.000.- TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Müsabakada doktor bulundurulmamasından dolayı talimatlara aykırılık nedeniyle takdiren 2.000.- TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Tribünlere kapasitenin üzerinde seyirci alınması ve merdiven boşluklarının boş bırakılmamasından dolayı talimatlara aykırılık nedeniyle takdiren 1.000.- TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Takım halinde sportmenliğe aykırı hareket nedeniyle takdiren 1.400.-TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- İdareci BÜLENT KARAKUŞ'un başkasına ait akreditasyon kartını kullanmasından dolayı takdiren 5.000.-TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- İdareci BÜLENT KARAKUŞ'un, başkasına ait akreditasyon kartını kullanması, hak mahrumiyeti cezası infaz edilmeden stadyuma girmesi ve rakip takım oyuncusuna yönelik hakareti nedeniyle takdiren 135 GÜN HAK MAHRUMİYETİ ve 20.000.-TL PARA CEZASI ile cezalandırılmasına,
- İdareci FAHRİ BADEM'in, kendisine ait akreditasyon kartını başkasına kullandırmasından dolayı takdiren 90 GÜN HAK MAHRUMİYETİ CEZASI ile cezalandırılmasına,
- Sporcu FEYAZ BARAN'ın, rakip takım oyuncusuna yönelik kural dışı hareketi nedeniyle takdiren 3 RESMİ MÜSABAKADAN MEN CEZASI ile cezalandırılmasına,

Ah be Küçüköy, etin ne budun ne senin.. Şu yukarıdaki doktor, itfaiye gibi unsurları sağlasan cezanın 10'da birine halledersin ama yok Türksün nitekim, sana bi' şey olmaz!
Bir de şu var gerçi; saha içinde olay çıkmasa diğer detaylar es geçilecek ki bir çok müsabakada yaşanan bu, Küçükköy işte. Geçmiş olsun!

Perşembe, Şubat 4

2012'ye gidiş planı vs. 2016'nın geliş planı!

''2010 Güney Afrika'yı evimizden izleyeceğiz'' klişesiyle başlıyoruz efendim. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı da evden izlememek için ne yapıyoruz diye merak ediyorum. TFF'nin haber arşivleri üzerinden bir milli tahlilde bulunasım geliyor, mazur görünüz.

2005 yılının yaz mevsiminde göreve geliyor Fatih Hoca. 2004'e gidememiş Şenol Güneş'in yerine Ersun Yanal gelmiş, bir yere gitmesi beklenmeden de Ersun Hoca gönderiliyor ve Fatih Terim Galatasaray'la geçirdiği başarısız dönemin ardından Milli Takım'da görev başında. Hedef kısa vadede grubu ikinci bitirip play-off'a kalabilmek, uzun vadede ise Türk futboluna altın çağını yaşatan ve miadını dolduran jenerasyondan bayrağı alıp geleceği kurtaracak genç bir takım kurmak. Neyse kısa vadeli hedefi tuturuyoruz, play-off'a kalmayı başarıyoruz ancak son düzlükte eşleştiğimiz İsviçre'ye Kadıköy'de şiddetli bir cehennem gösterisi sunarak dünya üçüncüsü olduktan sonraki ikinci büyük turnuvayı da evimizden izlemek zorunda kalıyoruz.

Euro 2008'e geçelim hemen, elemelerde biraz zorlansak da Euro 2008'e katılma hakkını elde ediyoruz. Oynadığımız ilk 135 dakika ülkemizde Euro'96 havası estiriyor ancak sonrasında nasıl açıldığımız malum. Yarı finalde Almanlar'a mağlup olup dönüyoruz evimize. Kadro gençleşmiş, beklentiler yükselmiş, yeniden büyük takımız, başarılarımız tesadüf değil. Artık 2010'da şov için başlıyoruz çalışmalara. Ancak olmuyor, olduramıyoruz. Ebedi dostumuz Bosna Hersek hiç açımadan takıyor çelmeyi. (evet, suç onların) 2009'un ekimi, Fatih Terim bırakıyor görevi. TFF sitesinde aşağıdaki fotoğraf var, giden hocaya vefa mahiyetinde. Terim ve ekibi, Federasyon yetkilileri ile yemekte buluşup vedalaşıyorlar.

Fatih Terim'in göreve geldiği 2005 yılındaki kadro ile görevi bıraktığı 2009 yılındaki kadro arasında ciddi farklar var. O zamandan bu zamana Volkan, Altıntop kardeşler ve Emre kalmış. Onlar da o zamanın gençleri işte. Neyse 2009 Ekim'de gencecik bir kadromuz var. Umutlarımızı suya düşüren Bosna maçının 18 kişilik kadrosunun en yaşlı oyuncusu Nihat Kahveci. 79 Kasım doğumlu. ilk 11'de en yaşlı oyuncu 80'li Emre. 18-25 yaş aralığında da ciddi bir kümelenme var. Ham bir takım yani, tam işlemelik..

Ve gelelim milli tahlilin en can alıcı kısmına; bugün itibariyle 105 gün kadar olmuş hocasızız. 26 Ekim'de Fatih Hoca'ya resmi veda eden Federasyon'un sitesinde bugün yine bir resmi hikaye var. Başbakan'ı ziyaret etmiş TFF heyeti. Yine bu haberle birlikte bir haber daha var ki 2012 Avrupa Şampiyonası Grup Eleme kuralarının 15 Şubat'ta çekileceğinden bahsediyor.

Zaman geçiyor. Görünen o ki Milli Takım bir süre daha Hocasız idare edecek. Zaman geçecek daha, bir bakacağız ki 2010 DK bitmiş, 2012 elemeleri gelmiş ve takım kurmaya çalışıyoruz hala. Gencecik jenerasyon demiştik ya hani, bir araya gelemiyorlar bir türlü. Mental olarak yanyana durmalarını geçtim, fiziksel olarak da bir arada değiller. Yalnız gariptir bu kaotik ortamda garip bir sessizlik var, sessizliği belli aralıklarla TFF'nin ''hayır efendim, öyle bir girişimimiz olmadı, o hocayla ilgilenmiyoruz'' ve ''2016'yı ülkemizde gerçekleştirmek için her şeyi yapacağız'' minvalindeki açıklamaları bozuyor. Nasıl bir sessizlik bozmaysa artık..
Sonuç olarak 2012 Avrupa Şampiyonası Ukrayna ve Polonya'da gerçekleşecek. Türklerin orada olmaması? Bir yandan da iyi mi olur acaba!..

Çarşamba, Şubat 3

Leo'nun da bir hikayesi var!

Leonardo Franco.
La Liga'da yıllarını geçirmiş ve Arjantin Milli Takımı kadrosundan Türkiye'ye bonservisini de eline alarak gelmiş adam. Galatasaray'ın kalecisi..

Galatasaray Dergisi'nde bu ay röportajı var Leo'nun, konuşuyor, anlatıyor. Aile babası, file bekçisi, overrated-underrated kısmında ise yorumum yok. Belki Atletico'nun hep sorunlu olan savunması, belki Galatasaray'ın yine sorunlar yaşamış Zan-Servet savunması kimlerini eleştiriden uzaklaşmaya iter, bilemem, ona da yorumum yok.

Leo Franco;
20 Mayıs 1977. San Nicolas, Argentina. 1,88m. 79 kg.

Neyse; Leo Franco'nun istatistiklerine bakıyorum, öyle ya da böyle oynuyor adam. Kalede yerini alıyor. Yediği gol/Oynadığı maç oranı 1'in üzerinde hep. Biraz sonra Antalyaspor maçı başlıyor Galatasaray'ın. Ziraat Türkiye Kupası Çeyrek Final ilk maçı. Kalede Ufuk Ceylan var. Rüştü'yü kesip, Barcelona'ya öyle ya da böyle Valdes'i hediye eden Rijkaard'ın bu hamlesini aynı şekilde değerlendiriyor herkes. Göreceğiz. 1986 doğumlu Ufuk, Volkan'ın rekabetsiz ortamda haddinden fazla yükselen özgüvenini ideal seviyeye indirip tehdit oluşturur belki de.

Evet, Leo'nun bir hikayesi var ancak ben anlatamadım. Belki bugün o hikayenin sonuç bölümü yazılmaya başlanmıştır, daha çok bununla ilgileniyorum. Belki ileride Supernatural'da Sam Winchester'a benzeyen adam diyerek anarım kendisini, kim bilir. Haydi herkesin şansı bol olsun, yalnız adamlığa mahkum kalecilerin en çok buna ihtiyacı var. Bu oynanan oyunun acıması yok çünkü..

Salı, Şubat 2

Bağcıklarla bağlan hayata!

Futbolun endüstriyel tarafını reel manada temsil etmesi gereken markalar -spor ekipmanı üreten markalardan bahsediyorum- belli aralıklarla sosyal sorumluluk kampanyaları çıkarlar. Ürün tanıtımı, genel imaj ve sosyal sorumluluk üçlemesinin en babasıdır aslında sosyal sorumluluk ayağı. Afili reklamlar, kalabalık kadrolar, karizmatik mesajlar.. Zaten konu sosyal olduğunda reklamcının da aldığı brief bellidir; sky is the limit. Ne kadar özgün ve hoş bir mesajın varsa o kadar güzelsin.

Konuyu fazla dağıtmadan Nike'ye bağlanıyoruz. Malum son kampanyanın sloganı 'Lace up, save lives.' Bu kampanya dahilinde kırmızı bağcığınızı gidip Nike'den alıyorsunuz, onlar da sizin ödediğiniz ücretin tamamını AIDS'e karşı kullanılmak üzere bağışlıyorlar. Reklam filminde de bu konsept 'bir bağcık deyip geçme, onunla çok şey yapabilirsin' tadında izleyiciye aktarılıyor.

Benim buradaki amacım kampanyayı övmek, ayrıntılarını aktarmak değil aslında, bir sosyal sorumluluk projesinin sporla iç içe girdikten sonra tam anlamıyla nasıl global arenada yer bulduğuna dikkat çekmek. Kampanya Afrika'da AIDS'e karşı konumlanıyor, Afrika Kupası ile eş zamanlı yürüyor, Nike'nin kulüplerle yaptığı sponsorluk anlaşmalarında gele haklarla zenginleştiriliyor, her kıtada bireysel anlaşmaların olduğu oyuncular seçilip aynı filmde bir araya geliyorlar ve ortaya bu başarılı iletişim çalışması çıkıyor.

Evet, buraya kadar herşey çok güzel, peki bu kampanya bittiğinde, aradan 1 sene geçtiğinde bu kampanyayı hatırlatacak bir şey yapılıyor mu, yapılacak mı mesela? Şu kadar insan aşı oldu, şu kadar merkezde şunlar oldu ve tüketicilerimize teşekkür ederiz, şu yardımları yaptık denecek mi? Bu 'one shot' bir etkinlik olmaktan çıkıp gerçek bir sosyal sorumluluk hareketine dönüşecek mi, firma bunu istiyor mu?

Göreceğiz efendim. Kampanya sonuçlarını göreceğiz, reklam filmini de buradan görebilirsiniz.

ps: Arshavin bu topraklarda yaşasaydı, bebekliği ve çocukluğu o kucaktan bu kucağa geçerken berbat olurdu!
ps2: Becel'in ''kalbini sev, kırmızı giy'' mottolu kırmızı hareketin ne kadar yavan olduğunu bu yazıyı yazınca bir kez daha farkettim, vaatsiz, boş, düz bi kampanyaydı, geçti gitti çok şükür.

Cuma, Ocak 29

Kulüp kısaltmasındaki karizma unsuru

Harfler takımlara bir anlam, bir mana, bir karizma katarlar. Ya da bana öyle gelir. Milan deyince bayat olur da, AC koyunca başına karizmatik olur. Lazio'yu SS'li söyleyince fikirsel olarak da uyuştuğu için o takımla daha bir mesaj kaygılı olur, FC klasiği vardır mesela, rakamlar vardır vesaire. Aşağıdaki listelemeyi thebesteleven.com'da gördüm, beğendim yani, hoşuma gitti! Favori olarak 1. FC kalıbını görüyorum, ''first football club'' daha ne olsun.


1. FC - First Football Club
1. FC Kaiserslautern
1. FC Köln
1. FC Nuremberg

AC - Associazione Calcio ("Football Association")
AC Milan
AC Siena

AIK - Allmänna Idrottsklubben ("General Sport Club")
AIK Solna (Sweden)

AFC - Association Football Club
Leeds United AFC
Sunderland AFC

AS - Associazione Sportiva or Association Sportive ("Sport Association")
AS Roma
AS Livorno
AS Monaco
AS Saint-Etienne

BK - Boldklub ("Ball Club")
Aalborg BK
Halmstads BK
Rosenborg BK

CD - Club Deportivo ("Sports Club")
CD Chivas USA
CD Guadalajara
CD Aguila

CSKA - Central Army Sports Club
CSKA Sofia
CSKA Moscow
CSKA Kyiv

IF - Idrottsförening or Idrætsforening ("Sport Society")
Brøndby IF
Hammarby IF
Helsingborgs IF
Vålerenga IF

PSV - Philips Sport Vereniging ("Philips Sport Union")
PSV Eindhoven

RC - Racing Club
RC Strasbourg
RC Lens

RCD - Real Club Deportivo ("Royal Sporting Club")
RCD Mallorca
RCD Espanyol

RSC - Royal Sporting Club
RSC Anderlecht

SK - 'Sporting Club' (farklı dillerde)
SK Brann
Lierse SK
Fenerbahçe SK
Galatasaray SK
SK Rapid Wien

SS - Società Sportiva ("Sport Society")
SS Lazio

TSG - Turn- und Sportgemeinschaft ("Gymnastics and Sport Community")
TSG 1899 Hoffenheim

VfB - Verein für Bewegungsspiele ("Association for Exercise/Movement Games")
VfB Stuttgart

VfL - Verein für Leibesübungen ("Association for Physical Exercises")
VfL Bochum
VfL Wolsfburg

Numaralar - Kuruluş yılları
1860 München
Hannover 96
TSG 1899 Hoffenheim
Bayer 04 Leverkusen
Schalke 04
Mainz 05

Perşembe, Ocak 28

2010 model Galatasaray ve futbol dünyası

Aşağıda Galatasaray'ın mevcut yabancıları var. Bu oyuncuların hepsinin hayatları Florya'dan önce bir şekilde kesişti. Gün itibariyle Linderoth dışında hepsi aynı takımdalar. Aralarından birisi ile daha yollar ayrılacak. Her neyse konuyu olumsuz duygulara bağlamadan söylemek istediğimi söyleyeyim, aslında dünya gerçekten küçük. Hele ki futbol dünyası. Bir şekilde aynı takımda oynadın, rakip oldun, aynı yerde yemek yedin, aynı otelde kamp yaptın, aynı sahada nefes aldın, aynı yerden hayatını kazandın. Bir daha yüzünü görmeyeceğin insanlar yaşamyor futbol dünyasında, er ya da geç karşılaşıyorsun.

Peki neden bir daha yüzünü görmeyeceğin insanlara bile yapılması hoş olmayan davranışlar o sahada mübah oluyor? İzlediğim en saçma filmlerden biri olan 2012'nin tek düzgün tarafı olan insanlıktan çıkabilen insanlar yaklaşımına paralel bir duruş var işte futbolda da, yeşil sahanın dışında bir hayata sahip olmayan, oldurulmayan insanlar. Zor, zor..

Harry Kewell: Leeds United, Liverpool, Galatasaray
Milan Baros: Banik Ostrava, Liverpool, Aston Villa, Lyon, Porstmouth, Galatasaray
Lucas Neill: Milwall, Blackburn Rovers, West Ham, Everton, Galatasaray
Elano Blumer: Santos, Shaktar Donetsk, Manchester City, Galatasaray
Joao Alves: Corinthians, CSKA Moskova, Manchester City, Everton, Galatasaray
Shabani Nonda: Vaal Professionals, Zurich, Stade Rennais, AS Monaco, AS Roma, Blackburn Rovers, Galatasaray
Giovanni Dos Santos: Barcelona, Tottenham Hotspur, Ipswich Town, Galatasaray
Tobias Linderoth: Elfsborg, Stabæk, Everton, Coppenhagen, Galatasaray
Leo Franco: Indipendiente, Merida, Real Mallorca, Atletico Madrid, Galatasaray
Abdel Kader Keita: Africa Sports, Étoile du Sahel, Al Ain, Al Saad, Lille, Lyon, Galatasaray

Salı, Ocak 26

Erhan Telli olmamak için!

Kadir Has Üniversitesi, Spor İletişimi Sertifika Programı'nı 3. kez düzenliyor. İkincisine katılmış biri olarak doğru kullanıldığında çok verimli olacak bir enstrümana benzetebilirim. Derslerde anlatılanlarla sınırlı kalmayıp dersi anlatanların peşinden gidenlerin en azından vizyonlarını geliştirdiklerine şahidim. Bir yerlerde spora gönül verdiyseniz, içinizde bu sektörde yer almak için kıpırdayan bir şeyler varsa, yeşil sahaların anlamı büyükse, medya gelişim arenası ise bu programa katılmak iyi olacaktır. Hele ki Erhan Telli'lerin cirit attığı bir dünyada bu işi bilenlerin tedrisatından geçmek farzdır.


''Kadir Has Üniversitesi Spor Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi, iki yıldır devam ettirdiği Spor İletişimi Sertifika Programı'na, 2009-2010 akademik yılında da devam ediyor.

Sporun ve özellikle futbolun her geçen gün profesyonelleştiği günümüzde, spor endüstrisi ülkemizde de hızla büyümeye devam ediyor. Bu büyümeye paralel olarak özellikle spor iletişimi konusunda iyi yetişmiş spor yöneticisi ve donanımlı elemanlara her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç duyuluyor.

Kadir Has Üniversitesi, haftada 70 saat spor programı olan, ulusal gazetelerde 100'ün üzerinde spora sayfa ayrılan ve futbol pazarının büyüklüğü 500 milyon Euro'yu aştığı ülkemizde, bu yıl 3. kez düzenlenen Spor İletişimi Sertifika Programı ile sektöre destek vermeye devam ediyor. Sertifika programı, medya kuruluşları ve spor endüstrisi içinde bulunan basın-halkla ilişkiler departmanlarında, Türkçe'yi doğru kullanan, habercilik ve gazeteciliğin etik kurallarını özümsemiş, iletişim ve spor hukukunun temel ilkeleri hakkında bilgi sahibi ve sporun her alanıyla ilgilenen bilinçli gazeteci ve donanımlı yöneticinin yetişmesine katkıda bulunarak, spor iletişimi konusunda eğitim ve öğretim eksiğini kapatmaya yönelik destek vermeyi amaçlıyor.

Bu sene de Dr. Levent Bıçakcı'nın yönetiminde hazırlanan Spor İletişimi Sertifika Programı, başladığı günden günümüze programa katılan 20 öğrencisine iş ve 40 öğrencisine staj imkanı sağladı. UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik, UEFA Halkla İlişkiler ve İletişim Departmanı Direktörü William Gaillard, gibi önemli isimler bilgi ve birikimlerini paylaşmak için Kadir Has Üniversitesi'nde bir araya gelmeye devam ediyor. Ayrıca, Dr.Levent Bıçakcı, Atilla Gökçe, Mehmet Demirkol, İbrahim Altınsay, Zeki Çol, Okay Karacan, Fuat Akdağ, Mert Aydın, Mithat Bereket gibi önemli isimler, spor iletişimi dünyasında öne çıkacak, mesleğe farklılık kazandıracak yeni yüzler ve isimleri bulmak için, sertifika programına destek veriyor.

Önkayıt son gün: 29 Ocak
Sınav tarihi: 30 Ocak
Sınav Saati: 10:00
Sınav Yeri : Cibali Kampüsü
Son kayıt: 5 Şubat
Derslerin başlangıcı: 6 Şubat
Başvurular için sporiletisim@khas.edu.tr
Detaylı bilgi ve online başvuru formu için tıklayınız.''

İtalyan futbolu zevksiz değildir!

Milano derbisi bitti, yankıları bitmedi, nitekim bugün salı ve aylar sonra yazılan post bu maçla alakalı oluyor. Çağın en önemli self-marketing insanlarından biri olmaya adaydır bu Mourinho. Bu bir kez daha çıktı ortaya haftasonu. Bir de şunu gördük artık FB-GS-BJK rekabetinden daha fazlasını istiyor insalar. Inter-Milan, Real-Barca, ManU-L'pool maçlarında hep tarafız artık. Ciddi ciddi seviniyoruz. Cesar penaltıyı kurtarınca coşuyor, Messi golü yazınca uçuyoruz. Endüstriyelleşiyoruz mütemadiyen.

Inter-Milan maçına dönelim tekrar. Hakem Rocchi'yi daha ilk dakikalarda Beckham'a sarı kartı verdiğinde mimledim zihnimde. Ersin Düzen'in de hakemin tecrübesiyle ilgili verdiği bilgileri de alıp bir Ali Aydın çıkar mı diyerek izlemeye koyuldum maçı. Önce Ronaldinho'yu orta sahada, sonra da Sneijder'i şut mesafesinde topun önüne geçerek durdurunca şova daha bi sarıldık.
(ve olaylar gelişir)

Hakemin eleştirildiği noktalara bakalım;
Lucio (sarı kart, fitilleme anı)Kendini yere atan adam döner bir hakemle göz göze gelir, bir beklentisi vardır, bu arkadaş arkasını dönüp gitti. Bir şeyler ters gibi.
Wesley'nin hakem tarafından şut atmasının engellenmesi hemen kırmızıdan bir süre önceydi, hakeme ilk tepkiyi orada verdi. Sonra Lucio'nun sarısını alkışladı. Alkışın 5-6 saniye sürdüğü yönündeki yorumlar var da ben katılmıyorum, ağır çekimde izledik hep ve anca o sürüm zaten 5-6 saniye kadar sürdü. Ağzını okuyunca da bir tek ''bravo'' lafı duyuluyor. Başka laf varsa biz görmedik, hakem ağır yaptı.
Son dakikadaki penaltıya da gidelim; 1 metreden eli vücut perdesini kapatan adamın eline gelen top penaltı olur mu yahu? Hadi oldu, hadi verdin ikinci sarı ne demek. Hakem ayıp etti velhasıl, ne diye geçersin maçın önüne, İtalyan Ali Aydın'lığın lüzumu ne.

Bir noktaya daha değinmek istiyorum ki; yukarıdaki olayların tamamında kilit adam Rocchi ile beraber Lucio. Adam her pozisyonda var, oyun içi oyun dışı her tartışmanın aktörü. Ona da ayrı bir tebrik.

Son olarak beni bu postu yazmaya iten, pazarlamcı, laf cambazı, taraftar, amigo Mourinho'nun maç sonu demeçlerini alalım;
''Burası sizin liginiz. Ben bir yabancıyım. Günün birinde buradan gideceğim. Ve bu sorun sizinle yaşamaya devam edecek.''
''Milan'a karşı sadece 6 kişi kalsaydık kaybederdik. 7 kişi bile yeterdi''